Ehl-i Sünnet ifadesi “Hz. Peygamber ile ashabının dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” anlamında kullanılan bir tabirdir (DİA).Ehl-i sünnet, Kitap ve sünnete ve bunlara bağlı olan sarih akla dayanarak sistemini oluşturan genel Müslüman toplumunun yaklaşım biçimini aksettirir. Ancak bu sistem içinde kendisini tanımlayanlar her hali ile aynı yaklaşım ve yönteme sahip değildir. Aynı yolu takip eden âlimler arasında bile bazen farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Mesela pek çok konuda İmamı Azam Ebu Hanife’yi takip eden ve onun görüşlerini sistematize eden İmam Mâtürîdî, bazı meselelerde Ebu Hanife ile bire bir aynı metoda göre hareket etmez. Örneğin müteşâbih olarak nitelendirilebilecek bazı ayetleri Ebu Hanife mecazî olarak yorumlamazken Mâtürîdî, mecazın imkânlarından yararlanmak ister.Ehl-i Sünnet âlimi olan İmam Şafiî’yi önemli bazı konularda kıyasıya eleştirir. Tasavvuf geleneğinde bilgi kaynağı olarak kabul edilen ilhamı ve keşfi bir bilgi kaynağı görmez. Hadis kabul edilen bir rivayetin geçtiği kaynağa bakmadan o rivayetin söylenmemiş olma veya söylense bile sahih olarak gelmeme ihtimalini göz önünde tutar.
Yine Ehli Sünnetin kurucu âlimlerinden olan İmam Eş’arî ile Mâtürîdî –bazıları ikisinin arasında çok az meselede ihtilaf olduğunu iddia etse de- aslında en temelkonulara yaklaşım bakımından birbirinden kesinlikle ayrılmaktadır. Bu da Ehl-i Sünnetin bir sistem olarak kendi içinde tam bir bütünlüğe sahip olmadığının göstergesidir. Konuyu somutlaştırma anlamında kadere iman meselesini ele aldığımızda iman esaslarından biri olan kadere imanı yine bir Ehl-iSünnetâlimi olan Nesefî’nin iman esasları arasında saymadığına tanık oluruz.Burada verdiğimiz birkaç önemli örnek bile Ehl-i Sünnetin yeknesak bir özelliğe sahip olmadığını göstermektedir. Tarihi vakıa budur; ancak günümüzde bu gerçeği ya bilmeden ya da bilerek görmezlikten gelenler Ehl-i Sünnet tabiri üzerinden başkalarına saldırmakta ve bu kişilerin Ehl-i Sünnet olmadığını iddia etmektedirler. İşin acı tarafı ise sorulduğunda Ehl-i Sünnetin ne olduğuna dair birkaç kelam edemeyecek kimselerin de bu işin içinde olmalarıdır. Bu şekilde bir yaklaşıma sahip olanların dünyaya at gözlüğü ile baktıkları ve meşrebinde veya grubunda okuduğu kitabı Ehl-i Sünnetin tek kitabı gördükleri anlaşılmaktadır. Ehl-i Sünnetin temel kaynakları kabul edilebilecek Ebu Hanife’nin risaleleri ile İmam Mâtüridî’nin Kitabü’t-Tevhidi’nde benimsedikleri yaklaşımları da bırakın anlamış olmayı, bilakis hiç haberdar olmadıkları anlaşılmakta, böylece durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.
Farklı fikir ve görüşlere tahammül edebilmek en başta insanı bir hassasiyet gerektirir. İnsanların farklı olduğunu veya olabileceğini mümkün görmek bencilliğini aşmayı başarabilmiş insanların güzel hasletlerindendir. Farklı yaklaşımlara tahammül edememek de bencilliğin zirve yaptığının bir göstergesidir. Bir kimsenin farklı düşünmesini kabul edememek, farklı yürüyüş, oturuş, kalkış,
tarzına sahip olmasını, farklı yemekleri sevmesini… kısacası farklılıklara tahammül edememek anlayış kıtlığının ve dar görüşlülüğünün ve bencilliğinin bir göstergesidir.Bencil olmayan insanlar kendisi gibi başkalarının da niçin kendisinden farklı olduğunu görebilenlerdir. Düşünce de böyledir. Farklılığı kabul edememek insanî bencilliği aşmamışlığın bir işaretidir ve bunun sonucu da insanların başkalarına karşı saldırganca bir tavır almasına kadar gitmektedir. Bazen nedensizce, insanlar öyle veya böyle düşünüyor olabilir; bunun nedeni olmak zorunda da değildir. Kişisel farklılığı onu, öyle farklı düşünmeye sevkedebilir.
Ehl-i Sünnet de böyledir. Tarihte Ehl-i Sünnet farklılıkların oluşturduğu kavgayı önlemenin bir yolu olmuştur, kavgaları derinleştirmenin değil. Bu nedenle eğer Ehl-i Sünnet yolunda yürümek istiyorsak öncelikle bu yolun içinde farklı alt yolların olduğunu, bu alt yolları yapanların da bu yolları kavga çıkarmak için değil, kavgaları sonlandırmak için açtıklarını bilmek gerekir, eğer Ehl-i Sünnet müntesibi olmak istiyorsak.